- 0 356 317 97 66
29 Ekim 2025. Cumhuriyete kavuşmamızın
102’nci yılı. Bütün milletimize kutlu olsun.
Mondros
Mütarekeleriyle, Sevr Antlaşmalarıyla parçalara ayrılarak lokma lokma yutulur
hale getirmeyi hayal eden ve iştahları kursaklarında kalan 7 düvel denilen
emperyalist dünyaya karşı çelik zırh duruşu gösteren Mustafa Kemal’i, dava
arkadaşlarını, şehitlerimizi, gazilerimizi sözümüzün daha başında şükranla,
minnetle anıyoruz.
Kanuni
Sultan Süleyman döneminde yüzölçümü 5 milyon km²’yi bulmakta iken Sevr
Antlaşması’yla 500 bin km²’lere düşen Osmanlı Devleti topraklarını yabancıların
postallarından kurtarmak için bu millet yediden yetmişe canı pahasına topyekûn
bir savaş verdi. Tahmini nüfusumuz 15 milyon bile yoktu.
Evet
bu millet topyekûn bir savaş verdi ama Cumhuriyet kurmak için vermedi. Savaş,
Anadolu topraklarını düşman işgalinden (İhtilaf Devletleri) kurtarmak için verildi. O günlerde
yüzyıllardır süre gelen “Padişahım çok yaşa!” algısı daha çok etkiliydi.
Mustafa Kemal’in aklında, beyninin bir köşesinde; “Vatan kurtulacak, saltanata
son verilecek, cumhuriyet kurulacak” düşünceleri mevcuttu ve zamanı geldikçe
uygulamaya konulacaktı. Çünkü ulu önder biliyordu ki; “Yakın tehlike en büyük
tehlikedir.” O günlerde en büyük tehlike işgalcilerdi. İlk yapılacak iş düşmanı
def etmekti.
“Kartalın
ufukta gördüğünü, kümesteki tavuğa anlatmak” elbette zor olacaktı, yenilikleri
kabullendirmede önüne güçlükler hatta bazı mebuslar dahi çıkacaktı ama
Cumhuriyet bilinci ruhuna işlemiş Mustafa Kemal “saltanatın kaldırılmasındaki”
kararlılığını “Efendiler bu uğurda ihtimaldir ki bazı kelleler gidecektir” deme
pahasına göstermiş ve aynı iradesini Cumhuriyetin ilanında da sürdürmüştür.
Kurtuluş
mücadelesinin verildiği yıllarda okuma yazma oranının erkeklerde %10’nun,
kadınlarda %5’in altında olduğu dikkate alındığında “çoğunluğu cahil!” kalmış
bir milletin Cumhuriyet gibi çağdaş bir yönetim sisteminin bilincinde olmaması
normal karşılanabilirdi.
Ama
o dönemde öngörü sahibi, ileri düşünceli toplum önderlerinin olduğunu da burada
not düşmek gerekiyor. 22 Aralık 1919
tarihinde Hacıbektaş’a uğrayıp türbeyi de ziyaret eden Mustafa Kemal postnişin
Cemalettin Çelebi’ye misafir olmuş ve uzun uzun görüşmüşlerdir. Konuşmaların
bir yerinde Cemalettin Çelebi, Mustafa Kemal’e;
“Paşa Hazretleri, cesaretli ve basiretli idarenizde Türk Milletinin
düşmanı kahredeceğine inancım sonsuz. Yüce Allah'ın milletimize müyesser edeceği
zaferden sonra Cumhuriyet ilanını düşünüyor musunuz?” diye sorar ve Paşa; “Evet
Çelebi Hazretleri evet” diye cevap verir. Daha Cumhuriyet’in ilanına 4 yıl
vardır ve Kurtuluş Savaşı henüz başlamış sayılır. Cumhuriyet kavramına yabancı
olmayan, feraset sahibi kanaat liderlerinin destekleri de ayrı bir çalışma
konusudur.
Cumhuriyet,
kavram olarak “cumhurun” yani “halkın yönetimi” anlamına geliyor. Ama yönetim
şekli Cumhuriyet olan ülkelerle yönetim şekli “Krallık-Meşruti Krallık-Monarşi”
olan ülkeleri birbiriyle mukayese etmek bile insanı düşündürüyor. Örneğin
yönetim şekli Cumhuriyet olmayan ülkelerden bazıları; Avusturalya, Belçika,
Birleşik Arap Emirlikleri, İngiltere, Danimarka, Hollanda, İspanya, İsveç,
Japonya, Kuveyt, Lüksemburg, Norveç vd.
Bu
ülkelerin kalkınmışlıkları üst düzeyde olan ülkeler? Peki, sorun nerede o
zaman? Sorun elbette ki Cumhuriyet’te değil. Çünkü, ABD’nin yönetim şekli de
Cumhuriyet ve dünyanın süper gücü.
Çağın
lideri Atatürk bu kaygıların da cevabını veriyor:
“Efendiler!
Artık bizim hükümetimiz müstebit bir hükümet değildir. Bir mutlaki veya meşruti
hükümet de değildir. Bizim hükümetimiz Fransa veya Amerika cumhuriyetlerine de
benzemez. Bizim hükümetimiz bir halk hükümetidir. Tam bir şura hükümetidir.
Yeni Türkiye devletinde saltanat millettedir.”
Demek
ki sorun Cumhuriyet’in “Demokrasi” ile taçlandırılamamasında. Anayasamızda
Cumhuriyetin nitelikleri çok güzel belirtilmiş. Bu niteliklere hayat
kazandırıldığında Cumhuriyetimiz de bu yönetime nefes aldıran demokrasi de “Ah,
vah!” denilmeden kurtulacaktır.
Anayasa’da
Cumhuriyetimizin nitelikleri ana hatlarıyla belirtilmiştir: 1-Toplumun huzur ve
refahı esastır. 2-Adaletten vazgeçilemez. 3-İnsan haklarına saygı duyulur.
4-Atatürk milliyetçiliğine bağlı kalınır. 5-Demokratik ilkeler temeldir.
6-Türkiye laik olacaktır. 7-Sosyal bir hukuk devleti olunacaktır.
Belirlenmiş
bu Anayasal temel ilkelerin noksansız uygulanmasından kim rahatsız olabilir? Bu
ilkeleri hayata geçirecek olan öncelikle memurundan-amirine,
muhtarından-hükümetine kadar bütün Devletin yönetim kademeleri ve buna inanmış
halktır. Bu da ancak demokratik kuralların yerleşmesiyle uygulamaya geçer ki
sağlayacak olan öncelikle siyasi partilerdir.
Yine
Anayasamıza göre; “Siyasi
partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.” O halde ilk akla
gelen siyasi partilerin yapılarının demokratik olması gerekir. Yani halk
tabiriyle; süt ile kaymağın uygun olması gerekir. Süt başka, kaymak başka
olursa taban tavan uyumundan söz edilebilir mi?
Her
nedense her türlü kanun değişikliği aklına gelen siyasilerin Siyasi Partiler
Kanunu değiştirmeleri akıllarına hiç gelmez! Seçmen, oy verdiği kişiyi/kişileri
tanımıyor! Seçmen, oy verdiği partinin ilçe/il başkanını tanımıyor! Genel
başkanı ve parti yönetimini seçen delegeleri kimin seçtiğini dahi seçmen bilmiyor!
Bu yapıda dönen bir çark ne kadar demokratik ise bu çarkın ortaya çıkardığı
sonuç da o kadar demokratiktir. Sonuçta, bir partinin üst yönetimini yaklaşık
500-1000 delege belirliyor? Bu delegeleri kim belirlemiş? Seçimsiz masa başında
belirlenmiş.. Ne güzel işleyiş ! Ondan sonra başlansın “Demokrasi” nutuklarına!
Cumhuriyet
“kimsesizlerin kimsesi” olacak, ülke çağdaş ülkelerin seviyesinin üstüne
çıkacak ise öncelikle siyasi partiler dahil bütün kurum ve kuruluşlar
demokratik bir kimliğe kavuşmak, kavuşturulmak zorundadır.
Cumhuriyet’in
de , demokrasinin de ahlara! vahlara!
ihtiyacı yoktur. Ağlayıp sızlamakla, yakınıp dövünmekle Cumhuriyet hak ettiği
yere gelebilir mi?