- 0 356 317 97 66
Ağacı daima yeşil kalan, koyu yeşil yapraklara, beyaz hoş
kokulu çiçeklere ve kirazı andıran meyvelere sahip olan Kahve bitkisinin ilk
yetiştiği yer bugünkü Habeşistan (Etiyopya)'dır. "Tiryakilik yaratan bu mucize çekirdek
Rubiaceae familyasının coffea cinsi tropik çalı türünün meyvesidir. Kahve ağacı
sıcak ve nemli bir iklime ihtiyaç duyar. Bu nedenle Afrika, Asya ve Amerika
kıtalarının ekvatora yakın bölgelerinde yetişir."[1]
İlk zamanlar
kahve tohumları içecek için kullanılmak yerine yiyecek olarak kullanılmıştır.
Yerli halk kahve tohumlarını un haline getirip buğday ya da mısır ununa
katarak bir çeşit ekmek yapmışlardır.
Büyük bir olasılıkla bu ekmeği yiyenler uzun süre zinde kaldığı için de çok
rağbet görmüş ve kahve ağacının üretimini yapmışlardır. Kahve ağacının bir ürünü de yapraklarıdır. Yerli halk
yapraklarını sıcak suda haşlayıp bir çeşit çay olarak içmişler ve bunu ilaç
olarak kullanmışlardır.
Dünyada
Türk adının sık sık geçtiği konu
kahvedir. Kahve, Avrupa dillerine Türkçe “kahve” sözcüğünden geçmiştir. Avrupa
dillerinde türemiş kahve sözcüklerinin
bazılarında sözcüğün ikinci harfi “o” olmuş; İngilizce coffee,
Flamanca koffie vb., bazılarında ise “a” olarak kalmıştır. Fransızca café, İtalyanca caffé Macarca kave ve Yunanca da kafes vb. bir birine yakın sözlerle
anılmıştır. Bugün dünyanın tüm
dillerinde kahve sözü Arapça qahwah sözcüğünden türeyip Türkçe kahve
olarak kullanılmaya başladıktan sonra Türkçeden alınmış, sadece Habeş dilinde “bunn”
denmiştir. Habeşler, “kahve ağacı” anlamına gelen bunn sözünü
kahve için de kullanmışlardır. Bazı etimolojistler ve tarihçiler kahvenin
sözcük kökeninin Habeşistan’ın “Kaffa” bölgesine dayandığını iddia etse
de buna dair hiçbir kanıt bulunmamaktadır.
Kahve
adının anlamı "keyif veren içki" dir.
Kahve
ağacının meyvesini kavurma ve öğüterek içme geleneği ilk kez 14. yüzyılda Yemenli
sufiler arasında yaygınlaşmıştır. Kimi kaynaklarda sufi dervişlerin gece
ayinlerinde dinç kalmak için içtikleri kayıtlıdır.
Bir
söylenceye göre, Yemen hükümdarı Emir
Sadeddin, Şeyh Şazili’yi müridleriyle
birlikte Habeşistan (Etiyopya) dağlarına sürer. Şazili'nin müridlerinden Kaldi
adlı bir çoban dağlarda keçilerin garip bir ağacın meyvelerini yedikten sonra,
daha canlı, hareketli olduklarını görünce, ”bunda bir hikmet var” diyerek
durumu dervişleri Şazili’ye bildirir. Getirdiği
çekirdekleri verir. Yemişlerin şeytana ait olduğunu düşünen Şazili onları öfke
ile ateşe atar. Yanan kahveden çıkan koku o kadar nefistir ki, bu kokunun
etkisiyle bu yemişlerin Tanrı'ya ait olabileceğini düşünerek çekirdekleri
toplatır, ateşte kavurtturur. Meyvenin suyunu kaynatıp içen Şazili’nin kendisi
de aynı canlılığı duyar ve kahvenin meziyetlerini anlar. Şeyh ve müritleri kahvenin meyvesini yiyip,
suyunu içerler. Sonrasında bir gün
salgın bir hastalık çıkar. Herkes uyuz
illetine yakalanır ve kaşınmaya başlar.
Şeyh Şazili hastaları yedirdiği kahve ve kaynatıp suyunu içirdiği kahve yaprağı
ile tedavi eder. Bu sayede hükümdar
tarafından affolunur. Kahve fidanlarını da Etiyopya'dan getirterek Yemen'de
üretimini sağlar. Bu nedenle kahvenin asıl vatanı Etiyopya iken Yemen olarak
bilinir.
Başka
bir söylencede ise Kahve ile kahpe
sözcükleri arasında bir ilişki vardır ve
bu ilişki şöyle izah edilir :
“Geçmiş zamanlarda Yemen vilayetinde bir
fahişe kadın yaşarda. Ergen yaştan ölene kadar utanç verici şeyler yaptı ve
öyle öldü; ölüsünün yıkanıp kefenlenmesi din âlimleri ve halk arasında
tartışmalara yol açtı. İslami şeraite uygun şekilde yıkanıp kefenlenmesi kabul
edilmemişti.
Bunun üzerine Hıristiyan mezarlığına
defnedilmiş; ancak onlar da kabul etmeyip cesedi mezardan çıkarıp atmışlardı;
bir şeyh bunu görünce hemen bir derviş göndererek cesedi tekkesine getirtip
şeriat hükümlerine uygun gömülmesini sağlamıştı.
Bir süre sonra, fahişelik yaptığı bilinen bu kadının
mezarında, cinsel organına denk gelen noktada bir ağaç bitmişti.
Bu ağacın meyvesini kaynatıp suyunu içen şeyh bir gün bir
müridine bu meyveyi pişirmesini ama pişirirken taşırmamasını tembih etmiş.
Dikkatsizlik eden derviş suyu taşırınca şeyh bulunduğu yerden ‘Eyvah, zengin
fakir, kadın, erkek herkesin tiryakiliğine sebep oldun’ diye bağırmış” O
günden beri kahveye kahpe yemişi denildiği ve kahve meyvesinin de kadının
cinsel organını hatırlattığı söylenir.[2]
Kahvenin
tıbbi faydası olduğuna inanıldığından kısa sürede popüler olmuş, Yemen'in hem
hac, hem de ticaret yollarının merkezinde olmasından dolayı önce Kahire, sonra Şam ve Halep’e götürülmüş,
1543 yılında da İstanbul’a
getirilmiştir.
Bade ve şarap anlamlarına da gelen
kahve keyif verici özelliğiyle her dönemde ilgi odağı olmuştur. Kahvenin tadına hayran kalan Kanuni’nin
sayesinde bu sihirli içecek kısa sürede Osmanlı sınırları içinde yayılmış,
saray mutfağında özel olarak yetiştirilen Kahvecibaşı ünvanı ile kişiler tayin
edilmiştir. Sarayın görkemli salonlarında, 40 kişilik kadrolu kahveci
ustaları tarafından özenle Sultan'a servis edilmiş, Harem'de cariyelere doğru
kahve pişirme dersleri verilmiştir.
Halk için de İstanbul’da
ilk kahvehane 1554'te Halepli Haken ve
Şamlı Şems adlı iki tüccar tarafından “Kiva Han” adı ile Tahtekale’de
açılmıştır. Osmanlı’da henüz sandalye devri
başlamamış bulunduğundan, ilk kahvehanelerde sedirlerde oturulmuştur.
Karacaoğlan'ın
bir şiirinde vurguladığı gibi
"Kahveyi ağalar, beyler içer".
Başlangıçta özellikle gelir düzeyi yüksek ve okuryazarlar tarafından tüketilen kahve, hızla tüm İstanbul'a
yayılmış ve çok sayıda kahvehane açılmıştır.
Tahtakale'de
kahve içmenin önemini ve şarabın yerini kahvenin aldığını Divan Şairi Nev'î;
Kahveye
tebdil idüp câm-ı şarâbun lezzetin
Bağladılar savt ü nakşun
yirine efsaneyi
biçimindeki bir beyitle dile
getirmiştir. Şeyh Mustafa da:
Kahve devrinde çekildi ortadan câm-ı şarâb
Kondu şimdi âşiyân-ı tûti-i âle
gurâb[3]
diyerek, koyu (siyah) renginden
dolayı kahveyi kargaya, kırmızı renginden dolayı da şarabı tûti kuşuna yani
papağana benzeterek, papağanın yerini karga aldı, papağan yuvasına karga
yerleşti demiştir.
Divan
şairi Vehbî de kahveden;
Bir Yemen dilberi mahbûb-ı cihândur kahve
Bir
siyâh cemâlli esmerce civândur kahve
biçimindeki
bir gazelinde övgü ile söz etmiştir.
1600′lü
yılların başında Hintli bir hacı olan Baba Budan bitkiyi Hindistan’a götürmüş
ve bahçesine ekmiştir. Baba Budan kahve ağacını Hindistan’a taşırken Hollandalı
tacirler de kahve ağacını Hollanda’ya taşımışlar, Araplar ne kadar sakınsa da
dünyaya yayılmasını engelleyememişlerdir.
1615'te
Venedikli ve 1650'de Marsilyalı tacirler de Türk Kahvesini dünyaya yaymışlardır.
İtalyan gezgin Pietro della Valle tattığı ve hayran kaldığı içecekle ilgili
değişik bilgileri arkadaşlarına anlatmış, 1669'da Osmanlı Sefiri Hoşsohbet ve
Nüktedan Süleyman Ağa, Türk Kahvesini Paris sosyetesine ikram etmiş, o dönemde,
Paris'te Süleyman Ağa'nın konağına kahveye davet edilmek önemli bir ayrıcalık
olmuştur. Süleyman Ağa, yalnızca Türk
kahvesini değil, Türk kültürünün ve sosyal hayatının sıcaklığını da sunduğu
için konağa kahveye davet edilmek özel bir anlam kazanmıştır.
Avrupa’da ilk
kahve dükkanı 1645 yılında İtalya’da açılmış; yani İstanbul’dakinden yaklaşık
90 yıl sonra. Kahve dükkanları ile ünlü bir şehir olan Viyana’da ise ilk kahve
dükkanı 1683 yılında açılmıştır.
IV.
Mehmet döneminde Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın komutasında Osmanlı ordusunun 2.Viyana yenilgisinden sonra geri çekilirken terkettikleri
erzaklar arasında bulunan kahve çuvallarını sahiplenen Franz Georg Kolscitzky adlı bir
Viyanalı sayesinde Türk Kahvesi ile tanışan Avrupa’da
kahve hızla popülerleşmiş, ona
köpüklü süt ve şeker katarak kendi kahve usullerini geliştirmişler ve herkesin gözde içeceği durumuna sokmuşlardır.
Kahvesiyle
ünlü Brezilya'ya ise kahve tohumlarının
ulaşmasının öyküsü de
ilginçtir. 1727 yılında Brezilya
imparatoru genç subaylarından birini kahve tohumlarından alması için Fransız
Guanası’na yollar. Ancak Fransız yetkililer bu kişiye kahve tohumu vermeyi
redederler. Çok yakışıklı olan subay valinin karısını çok etkiler. Ülkesine
dönerken valinin karısı kendisine bir buket gül verir. Kadın buketin içine
adamın istediği kahve tohumlarını da yerleştirmiştir. İlk kahve tohumu bu
şekilde giden Brezilya’da yaygınlaşması
ancak 1800’lü yılların başında gerçekleşmiştir.
Geleneksel kültürümüzde yoğrulmuş,
atalarımızın engin deneyimleri sonucunda kalıplaşmış özgün sözlerimiz vardır. Bunlardan biri Tuz ekmek hakkı ise bir diğeri gerçek
dostluğun düğümü diyebileceğimiz Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır sözüdür.
Çünkü kahve gelişigüzel içilen bir sıvı değil, bir amaca bağlı içilen özel bir
içecektir. Sohbet etmek ve güzelliklerden konuşmak için aceleye getirilmeden
tadına varılarak uzun uzun içilir. Topluca yenen bir akşam yemeğinin üzerine
içilen kahve ise yemeği tatlı bir muhabbetle bağlamak içindir.
Türk
kahvesinin ünü kokusu, tadı, köpüğü kadar kahve değirmeni, dibeği, cezvesi,
fincanları, zarfları, tabakları, tepsisi, tepsi örtüsü ile de ilgilidir.
Kahvenin telvesi de beş asırlık birikimin sanki bir özetidir.
Bugün, 'Türk Kahvesi' klasik
müzik arşivinde de unutulmazlar arasına girmiştir. Bach, o ünlü Kahve
Kantatı'nı bir kahve tutkunu olduğu için bestelemiş, kahve kültürü bu beste ile sosyal tarihe
damgasını vurmuştur. Türklere sevgisiyle bilinen Fransız romancı Pierre Loti,
kahveye ve İstanbul'a olan sevgisinden dolayı kahvehanelerden çıkmamıştır.
Halen bir kahvehane Pierre Loti
adı ile anılır.
Kahvenin vücut üzerindeki etkisi
kafeinden ileri gelir. Bu madde beyinde uyarıcı bir etki yarattığı için uyku ve
yorgunluk hallerine iyi gelip kalbi kuvvetlendirip kan dolaşımını
kolaylaştırır. Yıllardır dinlendirici bir içecek
olarak kullanılmakla beraber ateşli hastalıklar, romatizma, mide bulantısı,
ishal, böbrek taşı tedavisinde de, uyku ve zihin açıcı, baş ağrısı ve
zehirlenmelerde, dolama çıkmış parmakların antibiyotik tedavisinde
kullanıldığı, nefes açtığı, balgama ve öksürüğe iyi geldiği, sindirimi kolaylaştırıp
mideye kuvvet verdiği ve tok tuttuğu bilinmektedir.
Görünüşü itibariyle bir rengin adı
da olan kahve, keyf için aç karına içilmediği ve kuşluk vakti
dediğimiz sabahla öğle arası bir vakitte
içildiği için, kahveden önce yenen sabah yemeğinin adı kahve altı, giderek kahvaltı
olmuştur. Kahveyi tanıdıktan sonra
dilimizde oluşan bu söz 17. yüzyılda
Karacaoğlan'ın bir deyişinde:
Her akşam pişen pirinç pilavına
Kahvaltıda ballı kaymak isterim
(Karacaoğlan)[4]
biçiminde yerini
almıştır. Kahve tiryakiliği öğlesine had safhasına ulaşmıştır ki Nev'î bir
şiirinde
İrte derse çıkamaz, gice kitaba bakamaz
Eğer
içmezse müderris iki fincan kahve[5]
biçiminde durumu
dizelerinde yansıtmıştır.
Kahve
kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte kahvenin tüketileceği mekânları artması
doğaldır. Kahvenin de kahvehanelerin de bizim toplumsal hayatımızda çok önemli
bir yeri vardır. Kahvehanelerin
açılmasıyla beraber günümüzde hayal bile edemeyeceğimiz bir sosyal hayat ve
sosyal yardımlaşmanın oluştuğu görülmüştür. Âşık kahveleri bu durumun en iyi
örneğidir. Halk edebiyatının ürünlerinde önemli bir motif olan kahveye birçok türküde, manide, şiirde,
hikâyede, atasözünde, deyimde ve efsanede yer verilmiştir.
Kahvehaneler
çoğu zaman şair, yazar, edip, âşık, meddah ve daha pek çok sanat ve fikir
erbabının toplandıkları ve sanatlarını icra ettikleri mekânlar olmuştur.
Sosyal
hayatımıza o kadar girmiştir ki; kömür ateşinde kahve pişirilen, kuşçular kahvesi, horozcular kahvesi,
cambazlar kahvesi, inşaatçılar kahvesi, esnaf kahvesi, gençlerin kahvesi, yaşlıların takıldığı kahveler gibi değişik
meslek ve yaş gruplarının devam ettiği, herkesin nereye oturacağını bildiği yerler durumuna
sokulmuştur. İşte bu dönemde genellikle
bir biriyle daha iyi anlaşabilecek aynı meslek gruplarının toplaştığı kahveler
oluşurken bu arada âşıkların toplaştığı ya da sık sık
uğradıkları kahveler de şekillenmiş ve
âşık kahveleri adı ile ünlenmiştir.
Bunların en meşhuru İstanbul'da Çemberlitaş semtinin bir parçası olan
Tavukpazarı'ndaki âşık kahvesidir.[6]
Bu
kahvede ün salanlar arasında Zil İzzet, Perişan
Halil, semaî ustası Tokatlı Gedaî, Erzincanlı
Ayrancı Hamdi önde gelen âşıklardır.
Aksaray'da
Kadayıfçı Ali'nin işlettiği Çalgılı Kahve, Âşık Kalender'in bir destanda:
Çardak'taki
Ellialtı kahvesi
Lebi
deryada muhabbet kafesi
Peykeler
müzeyyen, âli sofalar
Cümle
levazımı mükemmel hepsi
biçiminde övdüğü Haliç'te Çardak iskelesindeki Ellialtı
Kahvesi[7],
Konya'da Âşık Dertlî'nin bir süre işlettiği Türbe Kahvesi,[8]
Sivas'ta Havuzlu Kahve, Erzurum'da
Gürcükapı Âşık Kahvesi, Zile'de Tomoğlu
Kahvesi, Boğaz Kesen Kahvesi ve gençliğinde Âşık Talibî'nin çalıştırdığı Çardak Kahve, önemli âşık kahveleri arasındadır.
Şarapsız
meyhaneler olarak yorumlanan kahvehaneler, aydın bürokratları, yeniçerileri ve
siyasi iktidarın seçkin üyelerini
kendine çekiyordu.[9]
Kahveler, Yeniçerilerin de toplanma ve
buluşma mekanları olup tavla, satranç, dama, oynanan, ve devlet aleyhine guruplaşılan, örgütlenme mekânları olduğu
endişesiyle; uykunun kara düşmanı olarak adlandırılan bu içeceği, İslamiyetin
yasak içkisi şarapla bir tutularak, suça yönelten bir çok davranışın nedeni
olarak görülüp belli bir dönemde kapatılmıştır. Kahve’nin yasaklanıp kahvelerin
kapatılmasında bir başka neden de
tembelliğin artması ve camilere devamın
azalmasıdır.
Kahve, ilk defa Osmanlılarda Kanuni
Sultan Süleyman devrinde yasaklanmıştır.
Bu konuda "Peçevi, kahvehanelere karşı gösterilen muazzam akın karşısında , 'imam,
şeyh, müezzin' gibi en masum eğlencelere bile düşman olan din adamlarının, bu
büyük rağbet karşısında dehşete düştüklerini, bu içeceğe cephe aldıklarını,
kahvehanelere gidenleri münkir ve mücrim ilan ettiklerini yazar.
Şeyhulislam Ebussuud Efendi, kalben
inandığından değil fakat içtimai sebeplerle onlardan yana çıktı. Kur'an'da bu
içecekle alakalı tek kelime bile olmamasına rağmen, kömürleşme derecesinde kavrulan
bir şeyin Müslümanlıkça yasak olduğuna dair fetva verdi."[10]
denmektedir.
Kahvenin ikinci
kez yasaklanışı, Sultan III. Murat devrine rastlar. Bu yasak da uzun sürmemiştir. Karşı koyan din
bilginleri ile kalem sahiplerinin ricası üzerine Şeyhülislam Bostanzade verdiği fetva ile
1587'de kahve yasağını kaldırmıştır. Kahve,
Sultan I. Ahmet zamanında (1606-1611) yılları arasında üçüncü
defa yasaklanmıştır. Kahvenin son defa yasaklanması ise Sultan IV Murat
zamanında olmuştur. 1633 yılında kahveyle
birlikte tütün de yasaklanmış, gerekçe olarak
İstanbul’daki büyük yangınlara kahvehanelerin sebep olması gösterilmiş,
hatta asilerin toplanma mekânı olduğu ileri sürülerek bir çok kahvehane de yıktırılmıştır. Avcı Sultan IV. Mehmet bir daha yasaklanmamak üzere kahvenin serbestliğini sağlamıştır.
1957 ve 58 yıllarında parasızlıktan kahve ithal
edilemeyince, bakanlığın izniyle ülkede resmî-korsan kahve üretildiği
bilinmektedir. Bunlardan ikisi Kallavi
ve Yemen
markalarını taşıyordu. Sağlığa zararı
olmayan, ağızda fazla kahve tadı bırakmayan, ancak kahve içiyormuş havası
veren, 100 gramlık paketlerde satılan kahve benzeri toz evlerden çok
çarşılardaki çaycılarda kaynatılırdı. Bu
dönemde leylek gözü de denen kırık leblebiyi kahve çekirdeği gibi
kavurup, kahve değirmeninde çekip kahve gibi içenlere de vardı.
Divan edebiyatında bir
gazelin her beyitinin başına üç dize katılarak beşleme olan tahmis, halk
kültüründe kahve vb. şeyleri kavuran, kavrulmuş ve öğütülmüş kahve satan
anlamına gelmekte olup tahmisci adı ile anılmaktadır. Bazı kahveler kahvenin tüm aşamasını
gerçekleştirdiğinden Tahmis Kahvesi adı ile ünlenmişler ve levhalarında
kullanmışlardır.
İnsan, insanın sohbetini her zaman
aramaktadır. Kahvehaneler sohbet etmek, kahve kültürüyle sosyalleşmek için düzenlenmiş mekândır.
Kahvehanelerde geçirilen birkaç saat insanoğlunun ihtiyacı olan rahatlamayı,
deşarj olmayı sağlamaktadır. Dış görüşün hiç önemi yoktur. Zengin de yoksul da
kahveye gitmektedir. Bir kahvehane müdavimi, bir halk erbabı, bir irfan okulu
hocası gibidir. Kahvede oyun oynarken masadaki oyunu müdahale etmeden kenardan
seyredene yancı denir. Kahvehanede oyunlarda çoğunlukla yenilene kahve
ağacı sözü ile şaka yapılır.
Sait Faik 'in "Dekansız, doçentsiz, bütçesiz ve
yüzde yüz bağımsız üniversiteler olan kahveler, insanların nabzının ne yolda
olduğunu, hızlı mı atıyor, yoksa atışta hoplamalar mı var, şipşak ortaya
koyarlar." diye anlatığı Kahvehaneler,
sağlığa kavuşulan, sabrın test edildiği, kırılganlıkların tedavi edildiği,
ücretsiz birer okuldur. İnsanı, insan
psikolojisini okumak için de ayaklı
kütüphane gibidir.
Kahve, Türk
kahvesi, adıyla tarihin sayfalarına ve farklı kültürlere yerleşirken kabaran
gönlümüz gibi fincanlara köpük köpük dolup, sosyal hayatımızı da derinden
etkileyerek, fermanlara ve fetvalara kadar girip, edebiyatımızın da hatırı
sayılır konuları arasında yerini almıştır. "Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı"
olan başka bir kültür katmanı yoktur.
Türk yurtları dışında hiç bir ülkede gençler evliliğe ilk adımını "kahvesi
içilerek" atmazlar. Dünyanın hiç bir yerinde bir genç kızın becerisi "pişirdiği kahvenin köpüğü" ile
ölçülmez. Başka ülkelerde hiç bir kız,
maharetini kahve yapım ve dağıtımındaki incelik ve zerafetiyle süslemez. Damadı
test etmek için hiç bir toplumda kahveye tuz katılmaz, hiç bir ülkede evlilik
için sözü kesilen kıza "Kahvesi
içildi" denmez. Türk halkı
dışında "kahve falı" bakılan bir toplum
yoktur. Türk toplulukları dışında hiç bir ülke kültüründe davet için
"Bir acı kahvemizi içmeye
buyurun" ibaresi yer almaz. Bu nedenle Kahve kültürü sadece bir fincan kahve içimiyle ölçülmemelidir. Yüzyıllar
içinde değişmeden kalan Türk kültürüne
özgü önemli bir ritüeldir.
Keyf verici özelliği nedeniyle çocuklardan "kahve
içen çocuk kahve gibi kara olur"
sözü ile uzak tutulan kahve, kültürümüzün ayrılmaz pir parçası olup yüzyıllar içinde ata sözlerimize, deyimlerimize, mânilerimize,
bilmecelerimize ve türkülerimize girmiştir:
Atasözlerimiz arasında:
Berberin
solumazı, tellağın terlemezi, kahvecinin söylemezi makbuldür.
Bir
fincan kahvenin kırk
yıl hatırı vardır.
Gönül ne
kahve ister, ne kahvehane / Gönül sohbet ister kahve
bahane.
Köylünün
kahve cezvesi karaca amma sürecedir.
Yemen'e
giden kahve götürmez.
Kahvenin yüzü kara ama meydanı paktır.
Kahve, Şeytan kadar kara, Melek kadar
saf, Cehennem kadar sıcak olur.
biçiminde olanları sadece birkaçıdır.
Deyimler arasında:
Kahve dövücünün hınk deyicisi.
Mahalle kahvesi gibi.
Kahve tütün keyifler oldu bütün.
Kahve peykesinde
aleme nizam vermek
biçiminde örnekleri bulunmaktadır.
Maniler
içinde ise:
Kahvelerim
pişti gel
Köpükleri taştı gel
İyi günüm dostları
Kötü günüm geçti gel
Ağacın
dalına bak
Elmanın alına bak
Kahve içtim güzelim
Şu benim falıma bak
biçiminde aşk,
güzellik, doğruluk, dostluk gibi yüce duygulardan söz eden ilginç olanları bulunmaktadır.
Bilmecelerimizde de:
Bir
küçücük filtaşı, içinde beyler aşı (Bir
fincan kahve)
Ocağa
sokarım kusar, geri çekerim küser. (Kahve)
Kara
tavuk, karnı yarık (Kahve)
Çanağı
beyaz, çorbası kara, fırtı kırk para. (Kahve)
Kara
kazan kaynar, Arap çocuk oynar. (Kahve)
Bir
acayip düş gördüm, tuzsuz pişen aş gördüm. (Kahve)
Fini fini fin taşı, içinde beyler
aşı (Kahve)
biçiminde halk kültürümüze özgü yerini almıştır.
Halk
kültürümüzün önemli unsurlarından biri olan tekerlemelerimizde, masalın
konusunu canlı tutmak için metin içerisinde söylenen masal içi tekerlemelerinde
Konaraktan göçerekten
Kahve tütün içerekten
biçiminde yer alan kahve, halk hikâyeleri gibi anlatı
türlerinde de:
Şaştım ağalar şaştım
Meslek
kalmadı dolaştım
Âhirinde
bir kahveciye yanaştım
İki
bardak ile bir fincanı kırdım da kaçtım
gibi tekerleme formatı içinde yer almaktadır.
Türkülerimizde
ve şarkılarımızda da kahvenin önemli bir
yeri vardır. Bir Urfa
türküsünde
Kahve güğüm neylesin
Bülbül
çimen neylesin
Yari
çirkin olanın
Her
gün hamam neylesin
biçiminde geçerken, anonim bir türküde:
Sabah ile sabah ile
Kahve gelir tabak ile
diye ünlenen kahve, Bahriye çiftetellisi olarak da bilinen bir
İstanbul türküsünde:
Kadifeden kesesi
Kahveden gelir sesi
Oturmuş
kumar oynar
Ciğerimin
köşesi
biçiminde şen şakrak yer alır.
Bir Kütahya
türküsünde:
Burun fındık, ağzı kahve fincanı
Şeker
mi, şerbet mi, bal Acem kızı
diye dillenen kahve, bir
Elazığ türküsünde:
Odasına vardım kahve pişirir
Kınalı
parmaklar fincan devşirir
O
yârin bakışı aklım şaşırır
Söyleyin
ahbaplar nasıl edeyim
Ben
yârimden ayrı düştüm kime ne deyim
biçiminde yürekler yakarken, bir başka türküde.
Yârim seni alır dağa kaçarım
Dağların
başına çadır açarım
Kahve bulamazsam kenger içerim
Nasıl
olsa gülüm beslerim seni
biçiminde az bulunuşu ile dile gelir. Kavuştak bölümü:
Bir
fincan kahve olsam kırk yıl hatırım
vardı
Ömrümü
sana verdim, dönüp baksan ne vardı?
sözleriyle örülü
şarkı, kahve özelini içinde
barındıran özgün namelerdendir.
Sözlerini
İlhan Geçer'in yazıp Dr. Latif Akça'nın
bestelediği yürekler yakan o eski
plaklardaki
Sanki
billur bir pınar
Kahverengi gözlerin
Ruhuma
neşe sunar
Kahverengi gözlerin
Gözlerin
yar, gözlerin
nameler de kahve kültürümüzü özünde yaşatan ezgiler
arasındadır.
Halk arasında yaygın olarak söylenilen
Ehl-i
keyfin keyfini ne tazeler?
Taze elden taze pişmiş taze kahve
tazeler
biçimindeki
söylem oldukça yaygındır.
Divan
edebiyatında kahvenin çok özel bir yeri vardır.
Mîrâs olur idi Yemen iklîmi Lebîbâ
Hâkinde biten kahveye
fincân oluversem (Cinânî)
gibi
örnekler kılasik edebiyatta kahveye
verilen önemi göstermektedir.
Âşıklarımızın dilinde ve telinde de
kahveye:
Düğünümde acı kahve içildi
Gelinlik esvabım darca
biçildi
Bedenimde çok yaralar
açıldı
Kemer bağlayacak
bellerim yoktur (Kağızmanlı Hıfzî)
Sümmânî'yem kaldım ne divânlarda
Arzumânım
kaldı kahramânlarda
Garip kaldım
kahvelerde hânlarda
Yarın gece
sırdaşınan yatarım (Sümmânî)
Hayat
suyu musun, ey sadık vefa?
Gel yetiş derdime, naz
etme kahve.
Hazm eder, verirsin
mideye safa
Meziyetin çoktur, uzatma
kahve (Zülâlî)
biçiminde övgüler dizilmiş, kimi âşıklarca da:
Bir çanağı yoktur içmeğe
Kahveyi bulunca
fincan beğenmez (Seyranî)
biçiminde
ustaca işlenmiştir.
Atasözlerimize,
mânilerimize, türkülerimize, şiirlerimize giren kahve fıkralarımızda da oldukça
önemli yer tutar. Bunlardan bazıları:
Kahvecinin biri, ramazandan bir gün önce bir
demlik çayı ocakta unutarak kahvehaneyi kapatmış. Bayramdan sonra gelip açmış.
Bir müşteri acele çay isteyince ocağın üzerinde unuttuğu çayı ısıtarak
getirmiş. Müşteri çayı içtikten sonra "Usta çayın iyiydi de biraz demi
azdı." demiş.
Erzurumlunun
biri Bayburt'a gelir. ve bir kahveye oturur. Tam 29 bardak çay içer. Garson
"Ağabeyi gine getürim mi" diye sorar. Erzurumlukalbini eliyle yoklar
ve cevap verir: "Yoğ ağali otuz dedim mi çırpınti yapir."[11]
Geleneksel
Türk kahvesi hazırlanışı, pişirilmesi, sunulması, araç ve gereçleriyle ayrı bir
kültürdür. Osmanlı döneminde kahve
içmenin de bir kültürü, adabı ve mahareti
vardı. Bir şiirde bu gelenek:
Tutu kesin kenârından zerâfet birle höpürdet
Desinler
kahve içmekde şu dayı amma mâhir hâ
biçiminde ustaca yansıtılmıştır.
Kahve
kavurma esnasında kahve çekirdeği yeşilden siyaha doğru gider. Güzel kahve
yapmanın ilk adımının, kaliteli kahveden geçtiğini unutmamak gerekir.
Türklerin kendilerine mahsus pişirme
usulünden dolayı da ‘Türk kahvesi’ ismini almıştır. Bu usulde; daima taze
kavrulmuş kahve kullanılmalı ve pişirmeden önce el değirmeninde pişireceğiniz
miktara uygun çekilmelidir. Taze kahvenin köpüğü de kahve fincanında 1 mm
kalınlığında, düzgün ve kremamsı yapıya yakın olacaktır.
Fincan başına
7 gr, “okkalı” istenirse
9-10 gr kahve kullanılmalıdır.
Oda
sıcaklığında taze içme suyu kullanılmalıdır.
Isıyı homojen
ileten bakır cezve veya çelik cezve kullanılmalıdır.
Kahve
pişerken su sıcaklığı yükseldikçe kahve taneciklerindeki tadlar da suya
karışmaktadır. Ancak bir yerden sonra sıcaklık kahvenin tadını
acılaştıracağından kahveye temas eden suyun sıcaklığı belli bir dereceyi
geçmemelidir. Bu derece de 88+-2
derecedir. Kahve fokur foku
kaynatılmaz ve birden fazla cezve ateşten çekip tekrar ateşe sürülmez.
Kahve
kabardığı anda içime hazırdır, kaynatarak acılaştırmaya hiç gerek yoktur.
Şeker katılmazsa sade, az şeker katılırsa az şekerli, normal
şeker katılırsa orta kahve denir.
Kahvesini
sade yaptırıp, şekerini yanına koyduranlar da var. Buna "yandan
çarklı" denir. Sarhoş
ayıltmak için özel olarak hazırlanmış acı kahveye de mırra adı verilir.
Manisa'da
eskiden gelinlik kızlar, evlerine gelen görücülere cilveli kahve denilen bir çeşit kahve ikram ederlermiş. Bol
köpüklü kahvenin üzerine öğütülmüş badem konurmuş. Bugün patentli koruma altına
alınan cilveli kahvenin yaygınlaştırılmasına özen gösterilmektedir.
Türk kültür
tarihinin en önemli üç âşıklar kahvesine
sahip olan Zile'de kahve kültürü oldukça önemlidir. Zile'de Tomoğlu Kahvesi, Boğaz Kesen Kahvesi
ve gençliğinde Âşık Talibî'nin çalıştırdığı Çardak Kahve edebiyatımızda önemli âşık kahveleri arasındadır.
Bir mecmuadaki kayda göre, "Âşıklar deri (panayır) zamanı Zile'ye
gelir, bir ay kalır, Çardak Kahve, Tomoğlu Kahvesi, Boğazkesen Kahvesinde çalıp, çağırır söylerlerdi." ibaresi
bu kahvelerin ve Zile'de kahve kültürünün
belgelenmesi açısından göz ardı edilmemelidir..
Türk
kültüründe âşık kahveleri, uzaktan gelen âşıkların günlerce kaldıkları, çevre
âşıkları ile atışıp, söyleşip, ustalık sergileyip yarıştıkları, askı asıp
muamma çözdükleri sazda ve sözde maharetlerini sergiledikleri mekânlardır. Kimi âşıklar uzak yerlere atları ile
gittiklerinden konakladıkları âşıklar kahvesinde atı da barınmak zorunda idi.
50 yıl önceki Zile Boğazkesen Âşıklar
Kahvesinin yapısına dikkat edilirse köşede iki katlı ahşap bir kahve bitişiğinde altı nalbant dükkânı olan
han bulunmakta idi. Yani bir çeşit
külliye benzeri bir yapı vardı. Rahmetli Davut Sulari ile Turhal'da Kul
Semaî'nin evinde 1978'de yaptığımız sohbette 1960 öncesinde Anadolu'yu atı ile dolaştığı sırada Zile'ye geldiğini, Boğazkesen'de atını
nallattığını, kahvede saz çalıp türkü
söylediğini ifade etmiştir.
Kıraathane
kültürü kahve kültürümüzle eş değildir. Kıraathane okuma evi demektir.
Yeni yazının yaygınlaşması için kahvelere bir dönem kitap ve gazete alınması,
okuma köşeleri ihdas edilmesi devletçe zorunlu hale getirilmiş, bazı kahveler
de bu modaya uyarak kıraathane levhası
asmışlardır. Amele kahvesine amele
kıraathanesi diyemeyeceğimiz gibi, âşıklar kahvesine de
âşıklar kıraathanesi diyemeyiz.
İnsanların
bir araya gelip sohbet etmeye, anılarını yinelemeye, var olan dostluklarını
perçinlemeye yarayan, gündelik hayatı doğrudan etkileyen eğlence tür ve
mekânlarının başında kahvehaneler gelmektedir.
“Bir
kahve, bir tütün, işte oldu keyifler büsbütün…” denen bu mekanların en ünlülerinin İstanbul'da; Pek çok
Türk filmine ev sahipliği yapmış bir mekan olan ve ünlü aktör Erol Taş'ın 50
yıl işlettiği Cankurtaran’da Erol Taş Kahvesi, Haliç’e
tepeden bakan Eyüp’te
Pierre Loti, Beyoğlu’nda
Türk kahvesi denince akla gelen ilk yerlerden biri olan Mandabatmaz,
eski tahta sandalyeleriyle hala
samimi ve nostaljik havasını koruyor Bebek
Kahvehanesi, adını Yahya
Kemal Beyatlı'nın koyduğu söylenen, Necip Fazıl Kısakürek, Behçet Necatigil ve
Faruk Nafiz'in sürekli gittiği Emirgan’da Çınaraltı, kahve yanında servis ettiği Türk lokumu ile ünlü
Kapalıçarşı’da Şark Kahvesi, daha çok Firuzağa adıyla bilinen Cihangir’de Asmalı Kahve olduğu bilinir. 2013’te Yaşar Kemal’in İstanbul Basın
Sitesi’ndeki evinde; İz Bırakan Zileli Şairler kitabımla, Tarihi ve Kültürüyle Zile Sempozyumu I ve II Kitaplarını verdiğim gün, kahvemizi yudumlayarak yaptığımız
sohbette Tokat’taki Asmalı Kahveyi sorması Tokat Asmalı kahvenin de Anadolu’daki öemli kahveler arasınd olduğunun
işaretidir.
Zile'nin de
unutulmayan ünlü kahveleri vardır. Bunlardan üçü âşıklar kahvesi olarak Türkiye
genelinde isim yapan Boğaz Kesen Kahvesi, Çardak Kahve ve
Tomoğlu Kahvesi 'dir. ikisi halk arasında sabahçı kahvesi olarak
anılır. Bunlar: Şule Kahvesi ve Takaütün Kahve'dir. (Şule kahvesi
daha çok okur yazar takımının, emekli kesimin oturduğu kahve olması nedeniyle kıraathane
hüviyetini en iyi temsil eden kahve olarak bilinir. Hatırladığım kadarıyla adı
da bir dönem Şule Kıraathanesi olmuştur.), halkın unutmadığı, halâ anılarını
yad ettiği Kara Çocuğun Kahve, Ağbabanın Kahve, Kömürcüoğlunun Kahve, Arabın
Kahve, Şaveloğlu Necmi'nin Kahve, Karamemedin Kahve, Hami Ağa'nın Kahve, Selağzı
Kahvesi, Tombulun Hasan'ın Kahve, Gödek
Kemal'in Kahvesi, Ayrancı Kahvesi, Erzurum Çay Evi, Altın Demlik bunlardan hemen akla gelenlerdir. Bu
kahvelerin duvarlarında ise çerçeveli
tablolar ve itina ile yazılmış ‘Keyfin
veresiyesi olmaz’ biçiminde
çarpıcı sözler asılı idi.
Eskiden kahvehaneler,
edep ve erkân öğrenilen, haberleşilen yerlerdi. Kentler, eski kimliklerini
inkâr ettiren bozuluşları yaşarken, önce çarşı dokularını yitirdiklerinden bu
değişime paralel olarak havuzlu, peykeli, çardaklı, çay-kahve-nargile içilip
sohbet edilen eski tarz kahveler yerini kısa bir süre kıraathanelere, sonra da
kimileri kafelere, hokey salonlarına
dönüşmüştür. Bazıları buna modernleşme dese de bizce yozlaşmadır.
Anadolu'nun
pek çok yerinde olduğu gibi Zile kahvelerinde semaver yerine 'dobaç' denilen bakır döğme kazanlarda su kaynatılır. En büyük boyu
bir buçuk teneke su kapasitelidir. Çay ocağında üç demlik demlenir. birisi
yemek çayı ki buna parmak ucuyla bir parça karbonat ilave edilir. Çay sert ve
demli görünür. Bu bilhassa panayırlarda köylülere yemek çayı olarak
verilir. Diğer iki demlikte normal çay
demlenir ve bunlar özel fanuslar içinde dükkan müşterilerine gönderilir. Eskiden megafon sistemi olmadığı için
kahveden uzakça dükkanlara uygun yerlerden ip çekilir, çay sipariş etmek
isteyen arasta esnafı bu ipleri çekerek kahve kapısı önündeki çıngırağı
çalarak, kapıya çıkan ve hooop!.. diye bağıran
kahveciye ya parmakları ile ya da
kollarını sallayarak çay siparişini verirdi. El hareketinin her biri bir çay demekti. Eğer
biri açık olacaksa elini yere paralel olarak bir kere sallardı. Kahveci de
tamam anlamında oldu!.. diye bağırırdı.
Bekir
Aksoy'un aktardığı bilgilere göre Zile'deki kahvelerin kahve ihtiyacını da uzun
yıllar Döğücü Aziz Emmi'nin dükkanı
karşılamıştır. "Bu ismin verilmesinin nedeni Aziz Emmi'nin, yaklaşık
bir metre boyunda taş dibeklerde sarı madenden yapılmış uzun bir havan eliyle
kahvehanelere dibek kahvesi dövmesiydi. Dükkanın
önünde kahve dolabı denilen, ateş yanan bir mangalın üstünde yatay olarak dönen, içine kahve
konan, kapalı bir sobaya benzeyen bu alet içinde çevreyi mis kokusuyla
etkileyen kızarmış kahveyi soğumadan taş dibeğin içine döker ve var gücüyle döğerdi.
İnce bir elekten elenen bu nefis kahveyi bazı aileler sıcağı sıcağına alıp
evlerine götürürlerdi." Kahvenin
pişirilmesinin bir ustalık gerektirmesi onun içilmesini daha da prestijli hale
getirdiğinden "Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır." özdeyişi yaygılaşmış, genellikle kadınlar arasında
da kahve falı kültürü gelişmiştir.
Zile'de kahvelerde çalışan ve çay-kahve servisi
yapanlara 'tabi' ya da kahve tabisi denirdi. Tabiler
aldıkları çay ya da kahve siparişlerini, genellikle kahvenin köşesinde olan ve
fincanların duvarında
asılı olduğu oyma tezyinatlı tahtadan
yapılmış ocaktaki çaycıya, kendilerine özgü, klişeleşmiş ifadelerle yüksek sesle:
- Sade bir
yap!.. (şekersiz kahve- sade kahve)
-elli bir
yap!.. (Tek şekerli kahve- orta
kahve)
-Elli iki
yap!.. (İki şekerli kahve- şekerli kahve)
-yap bir
orta!..
- Çay bir, demli
olsun!...
gibi name ve üslupla duyururlardı.
Genelde
dükkanlar içtikleri çayın bedelini hemen ödemezler, dükkan kapısı üzerindeki
bir pervaza veya uygun bir yere tebeşirle çizik çizilip çetele tutulurdu. Akşam
olunca tabiler dükkanları dolaşıp çiziklerin hesabını yaparlar ve paralarını
tahsil ederlerdi. Tüp gazların yaygın
olmadığı dönemlerde kahvehanelerde çay, kahve odun ateşinde yapılırdı.
Geleneksel
muhabbet ortamımız kahvehaneler, bir çoğumuz için günün yorgunluğunun atıldığı,
dostlarla çeşitli meselelerin konuşulduğu, milli içeceğimiz çayın ve kahvenin
keyfine varıldığı mekânlardır. Bu mekânlarda içilen Türk kahvesinin diğer
kahvelerden farkı en eski kahve pişirme tekniğine sahip olması diyebiliriz.
Telvesi kendiliğinden dibine çöktüğü için filtre kahvede yapılan süzme işlemine
gerek kalmaz. Ayrıca Türk kahvesinin köpüğü olmazsa olmazdır ki bu köpük onun
kolay soğumasını da engeller. Böylece keyifle,
yavaş yavaş içilebilir.
Kahvehanedeki
sigara tiryakisi müşteriler genelde kaçak tütün sararak içerlerdi. Sarılan paşa
pantolonu sigaraları yakmak için tabinin ocaktan maşa ile getirdiği köz
kullanılırdı. Kaçak tütün yasak olduğu
için ara sıra kolcular kahvelere baskın yapar, kaçak tütün kullananları
yakalamak isterlerdi ama tabakalar hemen saklandığından pek bulamazlar,
kahvecinin ikram ettiği çayı içip giderlerdi.
Eskiden Anadolu şehirlerinde "Gramofonlu Kahvehane"ler bulunurdu.
Buralarda yeni çıkmış ya da eski taş plaklar çalınırdı. Bu kahvehaneler, yöre
sanatçılarını özendirir, onların
"canlı" icralarının da yeri yurdu olur, hatta plak doldurmalarına vesile olurdu.
Zile'deki
eski kahvelerde de, örneğin Şaveloğun Necmi'nin
kahvesinde kahve dışına koydukları hoparlörden zamanın taş plaklarındaki o dönemin şöhretli
sanatçılarının şarkıları, türküleri dinletilirdi. Zile'de radyo haberine acans
(ajans) denir ve her evde radyo
olmadığından ajans zamanı kahvehanenin
önüne konulan küçük masa ve sandalyelere oturan insanlar pür dikkat dinlerler
ve bitince de dinledikleri haberlere kendilerince yorumlar yaparlar,
tartışırlardı.
Kahvehaneler
günümüzde geleneksel yapı ve işlevini önemli ölçüde yitirmiş olsa da, hâlâ
toplum hayatımızın önemli bir unsurudur.
[1]
Deniz Gürsoy, Sohbetin Bahanesi Kahve, Oğlak Yay. İst. 2005, s.59
[2] D. Şahin, Kahve çekirdeğinde devr-i âlem, Yalıkavak,
Nisan 2007
[3] Deniz Gürsoy, Sohbetin Bahanesi Kahve, İst.
2005, s. 31
[4]
Deniz Gürsoy, a.g.e. s. 16
[5]
Deniz Gürsoy, a.g.e. s. 29
[6]
Cem Sökmen, Aydınların İletişim Ortamı Olarak Eski İstanbul Kahvehaneleri, İst.
2011, s.53
[7]
Salâh Birsel, Kahveler Kitabı, İst. 2002, s. 17
[8]
Dilaver Düzgün, Erzurum'da Kahvehaneler ve Âşık Kahvehanesi Geleneği, Ank.
2005, s.57
[9]
Helene Desmet, Doğu'da Kahve ve Kahvehaneler, İst. 1999, s.34
[10]
M. D'Ohson (Çev. Zerhan Yüksel), 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler,
Tercüman, 1001 Temel, İstanbul, (tarihsiz), s. 56-57
[11]
Dilaver Düzgün, Erzurum'da Kahvehaneler ve Âşık Kahvehanesi Geleneği, Ank.
2005, s. 140-141